Tuesday, November 12, 2013

Resim çerçevesinde insan mimikleri


Ressamlar kağıda işledikleri gibi midir hayatlar ve ya bir fotoğraf makinesinin lensinde donduğu şekilde midir? Tek başına hangi lisan anlatabilir ki koskoca bir yaşanmışlığı ve yine hangi müzik aleti hisslerine tercüman olur insanın? Puzzle parçalarını biliyor musun sen? Hani bir araya doğru şekilde toplandığında resim oluverirler, hani çocukken hatta büyükken bile oynamışızdır hep. Hani bir türlü doğru parçaları tutuşduramayız ilk denemede ve böyle başlar her şey – yani hayat gibi başlarız hayatın kendisine.

Bilmem kaç sene geçmiştir üstünden, kaç kişi ölmüş, kaç bebek doğmuştur, kaç Hıdırellez kutlanmıştır Balkanlarda, köy güzelleri kaç kez dilek bağlamıştır ağaca ve ben şimdi kaç yaşıma giriyorum.....? Unutur ya insan doğru ya  bu insanoğlunun doğasındandır zaten. Gel gelelim bazı hissler donup kalır renkli renkli çerçevelerde yerini alır. Ya merdiven çıkışlarına asılır, ya televizyonların yanında bir dantelin üstünde yerini alır, ya da mıknatısla bir mutfağın buz dolabını süsler ve gün gelir bir kutuya koyulup tavan arasına kaldırılır. 10 sene de orda bekler, saralır rengi, resimdeki genç kızın ruj rengi bile değişir, sahibinin yaşlanıp öldüğünü artık var olmadığını hiss eder gibi. Nereye gidersen git böyledir bu çark, Atinada da, İrlandada da, Bosnada da.... her yerde, her kasabadaki o çekirdek ailede.

Bir de portreler vardır sözlere dökülür, hikayelere taşınır, hayatları oluşturu verirler. Oluştururlarda hep bir parça eksik, oluşturduğu hayat ve ya kişi hakkında bilmediği o çoğu bilgilerden habersiz....Sık-sık farklı avrupa kentlerinde,  meşhur sokaklarda, müzelerde, tren istasyonlarında farklı farklı yerlerde sergilenen portrelere rastlarız mesela. Mesela Kölndesin bir gün, mesela kilisenin yanındakı Köln merkez tren garında ve karşında siyah beyaz fotoğraf galerisi, savaşlardan hayatları anlatıyor ve resimden güzel gözlü, eski püskü bir elbise içinde hüzün dolu, ama güzelliği hüzününe bile aldırmayan bir kız çocuğu sana bakıyor. Tamam belki onu anlamak için bir az gayret ediyorsundur, ya fotoğrafçıyla ya da o çocukla bir empati kurmaya çalışıyorsundur ama nasıl anlaya bilirsin ki bir savaş ülkesine doğan, başka türlü hayatın varlığından bile bihaber olan çocuğun hayallerini, kaybettiklerini, eğer hala varsa umutlarını ve s. Nasıl anlatır ki çerçevedeki siyah beyaz kağıt asıl var olan yaşanmışlıkları? Sonuçta 14 dakikadan beri kilisenin yanındakı Köln merkez tren garında, bir galeride elinde kırmızı şarap kadehiyle aynı fotoğrafın önünde donup kalan birisin sen. Beş, bilemedin on dakika sonra diğer resimlere göz gezdirirsin ve ya o resimin etkisinden çıkamadığın için galeriyi terk edip, trene atlayıp yaşadığın şehre dönersin, bir şehir daha, bir kaç müze ve galeri daha eklersin kendi ansiklöpedine, üç müze daha asil hissedersin kendini diğerlerine göre ve daha trenin ilk durağında bisikletlerini sürükleyerek içeri giren gençlere takılır gözün ve oracıkta unutulur gider güzel yüzlü eski püskü elbiseli siyah-beyaz küçük kız.

Ne var ki, bu denli organizasyonlardır bizi “15 dakika” olsa bile düşünmeye mecbur eden.  Anlayamayız ama hiç bir şey de yapmadan durulmuyorki. Sürekli insanları okumaya, anlamaya, yaşamaya, kendini okutmaya, başkalarının hatıralarına kazınmaya aç şu homosapiens ruhumuz. Dünyayı  avuçlarımıza alıp şöyle biz uzaklaştırıp bakmak şansımız olsaydı eğer göre bilirdik belki ne kadar beyaz kağıtlara çizili portre ve karikatürlerin dünyanın bir yerlerinden başka bir yerlerine nasıl taşındığını. Düşünsenize yaşlı ve çılgın İtalyan bir bayan NewYorkda karikatürü çizili kağıt ruloyu çantasına koyerken Praglı bir genç Pariste ressamın önünde oturmuş kımıldamadan portesinin çizilmesini bekliyor ve yaşlı Azeri bir çift evlerinin duvarına asılı bilmem kaç tarihli Prag imzalı resimlerine bakıyordur şimdi. Yani demem o ki, aynı şeyleri farklı yerlerde denememize neden de kendi hayatımızı bir nebze olsun başkalarıyla paylaşma isteğimizdir. Hep senin özel biri olduğunu, o karikaturistin ve ya o ressamın aklında kaldığını düşünürsün. Çünki sen onun yüzünü hep hatırlayacak gibi aklına çizmişsindir ve ondan da aynısını bekliyorsun. Hatta beklemek yana dursun onun seni unutmadığına, bir daha o şehre dönüp de o sokaktan geçersen seni tanıyacağına eminsin. Portreni hala saklıyormusun gibi bir soruyla bile karşılaşa bilecegini düşünüyorsun değil mi? Fakat tıpkı ilk tren istasyonunda unutulan güzel yüzlü eski-püskü elbiseli siyah- beyaz kız gibisin sen de onun için.

Peki ya yazılar, ya müzik – onlar hep hatırlata bilir mi? Paylaşa bilir mi farklı ülke insanlarının hayatlarını, farklı nesilleri bir birine anlata bilir mi eksiksizin? Farklılıkları zenginliğe dönüştüre bilir mi? Mesela o güzel, siyah-beyaz küçük kızı gerçekten tüm yanlarıyla anlatmaya dayanabilir mi, üstesinden gelir mi? Müzikleri çerçevelerde sergileye bilir miyiz ve ya hikayeleri, yazıları? Düşünsenize bir sokak galerisindesin ve karşında büyük levhalarda yazılar çerçevelere alınmış. Kitab okur gibi farklı ülkelerden farklı insanların hayatlarını okuyorsun. Savaş nedenleri ile barış güzellikleri aynı tabloda, futbol ile satranç yan yana diger tabloda duruyor.  Üniversiteli Balkan genci, İskandinavyalı emekli bir adam, Brezilyalı işletmeci ve Afqanistanlı sporcu kadın da bir diğer tabloda. Resim değil ha  yazı, hem de çerçevede, hem de öyle yazı ki, mimiklerine kadar tanıyorsun hayatında bir kere bile görmediğin Brezilyalı işletmeciyi. Ve demin bahsettiğimiz o bilinmeyen hayat parçasını mesela Afqanistanlı kadın sporcunun özgürlük aşkını ve ya Balkanlı gencin kendini kanıtlama hırsını bir müzik anlatıyor bir yerlerde. Bilemem artık belki bir keman sesi, belki bir  ney ve hatta piano. Öyle meşhur bilindik müzikler deyil. Dünya müziği! Birlik müziği! Sanki tüm insanlık tarafından bestelenmiş ve doğulduğunda hiç bir dine, dile, ülkeye ait olmayan, ama yeryüzündeki her bireye ait bir müzik. Binlerce notalar halinde yeryüzüne sepilmiş ve birer birer tekrardan toplanmış, şimdi ömrünün en yorgun bir o kadar da mutlu dönemini yaşayan bir notalar topluluğu gibi. İşte bu da benim portrem ve fonda benim bestem (yani senin, yanındakinin, yani hepimizin). Mimiklerimi göre bildin mi arkadaşım?

No comments:

Post a Comment